Milli Güvenlik Açısından İçme Suyu ve Su Kaynaklarının Önemi
Ömer KALAYCI

Ömer KALAYCI

Ömer KALAYCI / Güvenlik ve Terörizm Çalışanı-Araştırmacı Yazar

Milli Güvenlik Açısından İçme Suyu ve Su Kaynaklarının Önemi

26 Ağustos 2023 - 11:16

Ömer KALAYCI                                                                                               11 Temmuz 2023
Merhaba kıymetli okuyucular. Güvenlik ve Terörizm ile ilgili ilkyazımı, ulusal güvenliğimizin en temel konularından birini teşkil eden hidropolitik alanla ilgili yani su ile ilgili başlamak istiyorum. Zaten 18 Ağustos 2023 tarihindeki tanıtım röportajının sonunda: “Tarihin pek çok döneminde savaşların su üzerine çıktığını ve yapıldığını biliyoruz. Gerekçesi gerçekten su olan ilk Su Savaşı’nın M. Ö. 2500 yıllarında Aşağı Mezopotamya’da kurulmuş Lagaş ve Umma şehir devletleri arasında yaşanmıştır. Suyun, zaman zaman bir ülkeyi mağlup etmek ya da gücünü kırmak için stratejik bir silah olarak da kullanıldığı açıktır. Bu duruma somut örnek Floransa, Pisa’yı savaşta susuz bırakarak teslim almaya çalışmıştır. 1947-1960 arasında, Hindistan’ın bölünmesi sonucu ortaya çıkan İndus Nehri havzası sorunu Pakistan-Hindistan arasında çatışmalara sebep olmuş ve her iki ülke ilişkilerini uzun süre dondurmuştur. Keza 1948 yılında birinci Arap-İsrail savaşında suyun, stratejik bir silah olduğunu görürüz. Yanı sıra 1967’de İsrail’in stratejik konumundan ötürü Golan Tepeleri/Yaylalarını işgal etmesinin ana nedeninin su olduğu bilinir. 1999’da NATO’nun Yugoslavya’ya düzenlediği harekâtta Belgrad’a verilen suyun kesildiği de ayrı bir somut örnektir. Ve hiç şüphesiz Türkiye’nin tüm iyi niyet yaklaşımlarına rağmen, Baba Esad yönetimi boyunca ta ki 1998 yılına kadar Suriye’nin, bölücü terör örgütü PKK ve liderlerine yönelik ev sahipliği yapmasına sebeplerin başında da su gelmiştir. 2011 Suriye İç Savaşı ile başlayan Suriyeli mülteci akını ve sonrasında Pakistan, Afganistan uyruklu kaçakların güneydoğu illerimizde konuşlandırılmaları; Birleşmiş Milletler başta olmak üzere pek çok uluslararası kurumun raporlarında 2030’dan itibaren artacak sıcaklıkların yaratacağı kuraklık ve temiz içme suyuna olan ihtiyacın %40 daha fazla artacağı belirtilmektedir. Temiz içme suyu ve su kaynaklarının önemi her geçen gün artmakta; su ve su kaynakları etrafında oluşacak yeni güvenlik algıları yeni güvenlik tedbirlerini de beraberinde getirmektedir” ifadeleriyle ilkyazımın işaretini vermiştim.
Hidropolitik alanında ülkemizde yapılan çalışmalar ne yazık ki çok az seviyede ve önemi gittikçe artmasına karşın çok da ciddi anlamda dile getirilmemektedir. Milli güvenlik alanında çalışan bir birey olarak su ve su kaynaklarının, milli güvenliğin olmazsa olmaz ana unsuru olarak görmekte ve İçme suyu ve su kaynaklarının önemi konusunda zaman buldukça, elimden geldiğince yazılar kaleme almaktayım. Bu alanla ilgili yaptığım araştırmalarda, içme suyunun ve su kaynaklarının henüz ülkemizde zuhur etmese de yakın gelecekte farklı bir mücadele alanıyla karşılaşacağımızı göstermektedir. Farklı bir mücadele alanı olarak değerlendirdiği konuya geçmeden önce içme suyu ve su kaynaklarının önemi ile ilgili daha önce kaleme almış olduğum şu yazıyı paylaşmak isterim: “Gelecek nesiller altın, petrol ve kömürün önemini belki tarih kitaplarından veya şimdilerde olduğu gibi internetten öğreneceklerdir. Ancak, temel organik yaşam değişmediği sürece insanlığın suya olan ihtiyacı ve su arayışı bitmeyecektir. İçme suyu ve su kaynakları kıt olmakla beraber aynı zamanda yaşam kaynağımızdır. Uygarlık, su kaynaklarından yararlanma olanaklarını geliştiren ve örgütlenebilenler tarafından kurulmuştur. Dünya siyasal tarihinin özetinin, doğal kaynakların ve insanoğlunun yarattığı kaynakların paylaşımı üzerinde gerçekleşen bir rekabetten oluşmaktadır. Devletler, uluslararası sistemin en üst siyasal aktörüdürler. Devletlerin ana işlevlerinden birisini de toprakların ve su kaynaklarının korunması teşkil etmektedir. Bu bağlamda dünya siyasal tarihinde büyük bölümüne damga vurmuş olan toprak-sulak arazilerin istilası, silahlı kuvvetler gibi önemli görev üstlenen devlet yapılarını oluşturmuştur. Siyaset, bir anlamda toprak ve suyu ele geçirmek, kontrol etmek için yapılmıştır. Tıpkı günümüzde enerji kaynakları üzerinden gerçekleşen jeopolitik mücadeleler de olduğu gibi. Toplumların gelişmesi için kişi başına düşen temiz içme suyu miktarı bir ülke için gelişmişlik ölçüsüdür. Dünyanın hızla artan nüfusu ve bazı modern toplumların artan nüfus yapılanmaları, hızlı ve çarpık kentleşme, iklim koşullarının değişmesi ve buna bağlı olarak özellikle çok nüfuslu şehirlerin alt yapı sorunları ile kullanılabilir ve içilebilir su imkânlarını zora sokmaktadır. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde görülen açlık, sağlık ve bulaşıcı hastalıkların temelinde, su altyapılarının pahalı mühendislik gerektiren yatırımlar olmasından ötürü su kaynaklarının yeterince geliştirilemediği ve sağlıklı kullanılamadığı yatmaktadır. Temiz içme suyu ve kullanılabilir su miktarı her ülkede eşit ya da doyurucu değildir. Özellikle düzensiz göç ve sığınmacıların da ülke nüfusuna eklenmesiyle birlikte nüfus ihtiyacına karşın kullanılabilir su kaynaklarının aynı seviyede kalması, çevre kirliliği, küresel iklim değişikliği vb. nedenlerle azalması ve kalitesinin bozulması, suyun stratejik öneminin neredeyse tüm dünyanın ana sorunu haline bürünmüştür. Suyun doğru ve etkin kullanılması, o ülkenin ekonomik kalkınmasının da geleceğiyle yakından ilgilidir. Dolayısıyla su kaynakları, sulama, enerji, endüstri ve göçle artan nüfusun temiz su kullanma ihtiyacının karşılanması bakımından son derece önemli bir stratejik silah olmaktadır. Türkiye açısından değerlendirdiğimizde su zengini bir ülke olmadığımız ortadadır. Ülkemizde kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1735 metreküp ve potansiyeli 3690 metreküp dolayındadır. Bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için yıllık kişi başına 10.000 metreküp su potansiyeline sahip olması gerekir. Yeryüzünde suyun eşit dağılmamış olmasıyla beraber, su kaynaklarının yakın çevresi bakımından ülkemizin önemi ve karşılaşacağı sorunlar bir kere daha gün yüzüne çıkmaktadır. Örneğin Ortadoğu petrolün bolluğu su kaynaklarının kıtlığı coğrafyaya özgü politikalara şekil verirken, Kafkasya’da petrol ve suyun paylaşımı iç içe geçmiştir. Ülkemizin güneyinde kalan coğrafyada petrol kısa vadede varlığını ve önemini koruyacak ancak orta ve uzun vadede petrolün önemi giderek azalacak, suyun stratejik önemi daha da belirginleşecek; bölge siyasetinin temelini kullanılabilir su ve su kaynakları oluşturacaktır. Bu bölgede Arap-İsrail çatışmalarını ve PKK/YPG terör örgütünün varlığını su kaynaklarını kontrol etme açısından okumak da sağlıklı olacaktır. Gerek Fırat ve Dicle Nehirleri, gerek GAP, gerekse de Hazar havzasında Hazar’ın statüsü, paylaşımı ve kullanımından ötürü başta AB-ABD olmak üzere neredeyse tüm dünyanın ilgi alanına giren bir boyut kazanmıştır. Bu durum ülkemizi, uluslararası sorumluluklarından ve milli çıkarlarından ötürü bölge siyasetinin ağırlık merkezine oturacak su kaynakları konusunda taraf yapmıştır. Başta Suriye ve Irak yönetimleri su kaynaklarının paylaşımı konusunda ülkemizden akıldışı taleplerde bulunmuşlar ve su üzerine belirledikleri akıldışı politikalarıyla; ülkemize karşı yıllarca bölücü örgüt PKK’yı barındırmışlar, pek çok alanda desteklemişlerdir.”
Malumunuz üzere dünyamız 10 milyara yaklaşan nüfusu, yanı sıra dünyada yüz milyonlarca insanın göç hareketliliği, 2011 Suriye İç Savaşı ve sonrasında ülkemizin de payını aldığı ve başta Suriyeli olmak üzere Afgan, Pakistan, İran, Irak ve Afrika ülkelerinden gelen 13 milyon sığınmacıyla karşı karşıya olduğumuz bir gerçek var. Buna ilaveten ne giderek artan dünya nüfusu ne de düzensiz göç hareketliliği dünyamızı sadece biyolojik bir kargaşaya sokmakla kalmıyor; bu duruma ek yeni karışıklığa zemin hazırlıyor. Gerekli önlemlerin alınmadığı sürece mevcut durumun ulus devlet yapılarını tehdit etmeye devam edeceğini göstermektedir.
Bu bağlamda yapmış olduğum araştırmalar sonucunda iki konuda yeni kargaşa ve karışıklıkların oluşma olasılığının yüksek olduğunu ifade edebilirim. Bunlardan ilki yeni hukuk sistemleri olacak. 10 milyar nüfusuyla ve milyonlarca göçmenin hareket halinde olduğu ve biyolojik bir çöküşe zorlanan dünyada iki bin yıl öncesine ait kurallarla yaşamak neredeyse imkânsızlaşmıştır. Elbette her yeni sistem yeni kargaşa ve çatışmaları da beraberinde getireceği gibi yeni hukuk sistemleri de doğa, insan ve devlet ile olan ilişkilere de yansıyacaktır.
Batı kaynaklı hukuk sistemleri pek çok alıntı yapan ülkeleri etkisi ve baskısı altına aldığı gibi özellikle neo-liberal ekonomik sermayeye geniş özgürlük tanımış, sermayeye ve büyük mülkiyetlere geniş ve artan koruma ve dokunulmazlık getirmiş; önlerindeki kısıtlamaları kaldırmıştır. İkincisi ise; özel çıkarlar ile kamu çıkarlarının çatışmasıdır. Özel çıkarlardan kastım sermaye gruplarıdır. Sermaye gruplarının kamu tekelinde olan pek çok stratejik alanda mücadele içinde olduğu daha da gün yüzüne çıkmaktadır.
Sermaye grupları ve kamu çıkar ilişkileri pek çok konu başlığında ele alınabilir. Ancak bu yazının ana konusunu su ve su kaynaklarının milli güvenlik için oluşturduğu önem itibariyle su kaynakları ve dağıtımı konusunda görüş belirtmek istiyorum. İnsan yaşamının ve devletlerin varlığının temel kaynağı olan su ve içme suyu kaynakları özel çıkarlar olarak bahsettiğim sermaye gruplarının ellerinde tekelleşmekte; bu durum yeni oluşacak veya var olan suç örgütlerini beslemektedir. Suyun fiyatlandırılması ve dağıtımı ele alındığında esas güvenlik sorunu daha da iyi anlaşılacaktır.
Yaşam kaynağı olan içme suyu ve su kaynaklarının, sermaye gruplarının ellerine geçmiş olması sadece bir kazanç kapısı olarak görmemek gerekir. Çünkü sermaye grupları tarafından ele geçirilen su kaynakları ve içme suyu dağıtımının kontrolü suç örgütlerinin elindedir. Esasen suyun fiyatlandırmasını da dağıtımını da suç örgütleri yapmaktadır. Bu durum bizlere sermaye grupları ile suç örgütlerinin kolektif işbirliği içinde olduklarını da gösterir. Yanı sıra suç örgütlerinin yerini yakın gelecekte terör örgütlerinin almayacağının ne garantisi vardır?
Okuyucu bu satırları okurken büyük olasılıkla örnek var mı, kaynak nedir diye soracaktır haklı olarak. Okuyucunun aklına ilk olarak yetersiz beslenen ve susuz bırakılan topluluklar olarak Afrika gelebilir. Son 900 yılın en kötü kuraklığını yaşayan, güneşin yakıcı etkisini gösterdiği iklimiyle Orta Doğu’yu da gözümüzün önüne getirebiliriz. Ancak Latin Amerika ülkelerinde yaşanan su kaynakları sorunu çok daha farklı bir boyuta evirildiğinden yazıya örnek teşkil etmektedir. Latin Amerika, şaşırtıcı olarak bol su kaynaklarına sahip bir alan olmasına rağmen aynı zamanda 36 milyon insanın içme suyuna erişiminin olmadığı bir bölgedir (https://www.worldbank.org/en/news/feature/2015.03.20/america-latina-tener-abundantes-fuentes-de-agua-no-es-suficiente-para-calmar-su-sed ).
Dünya Su Konseyi’ne (WWC) göre, Latin Amerika’da yaklaşık 100 milyon insanın hijyene erişimi yoktur; latrinlere veya septik tanklara bağımlı olan insanlar göz önüne alındığında bu rakam 256 milyondur.(https://www.worldwatercouncil.org/fileadmin/wwc/News/WWC_News/water_problems_22.03.04.pdf ). WWC raporuna göre, nüfusun daha fakir bölümlerinin zengin ailelere göre içme suyuna 1,5 ila 2,8 kat daha fazla ödeme yaptığını göstermektedir. Bölgenin yer-altı suları sömürülmektedir. Örneğin Meksika’da, ülkenin 653 yer-altı suyunun 102’sinin özel şirketlerce ele geçirildiği belirtilmektedir. Kimi Kuzeyli şirketlerin ellerine geçirdikleri su kaynaklarını suç örgütlerinin koruduğu bir gerçektir. Suç örgütlerinin kuzeyli şirketlerin eline geçirdiği su kaynaklarını korumakla kalmayıp bu duruma itiraz edenlere karşı acımasız yöntemlerle karşılık verdiği ifade edilmektedir. Latin Amerika ülkeleri örneği şimdilik ülkemize uzak gibi görünebilir. Ancak ülkemizin içinde bulunduğu jeopolitik artılar ve eksiler ile ısrarlı Ensar / Muhacir anlayışı hesap edildiğinde, sığınmacılara uygulanan açık kapı politikası, Kahire iklim kuşağına geçiş, kuraklıkla birlikte suyun ve gıdanın bir yaşam savaşına dönüşecek olma ihtimali de yüksektir. Bu durum ülkemizin güneyinde yoğunlaşmış sığınmacı, suç ve terör örgütlerini harekete geçirebilir.
ABD İstihbarat Servisi CIA’nın 2012 yılı raporunda, dünya genelinde içme suyu kaynaklarının 2040 yılında yetmeyeceğini belirtmektedir. 2030’da bile su talebi ile su arzı arasındaki fark % 40’a çıkacak. Küresel ısınmanın su kaynakları üzerindeki olumsuz etkisinin 2040’tan sonra daha da artması ile su savaşlarının kapıya dayanacağı söylemek çok da abartılı olmayacaktır. 2030 yılında su talep-arzı arasındaki fark % 40’a çıkacak. İklim değişikliğiyle beraber oluşacak su kaynakları üzerindeki olumsuz etki 2040’tan sonra daha da artacak.
Birleşmiş Milletlerce (BM), dünya genelinde 884 milyon insan temiz içme suyundan yoksundur. Dünya Meteoroloji Örgütü’nün tahmini ise 2025 yılında dünya nüfusunun % 66’sı su sıkıntısı çekecek (https://www.meteoroloji.org.tr/wmo-kuresel-su-kaynaklari-durum-raporu ). BM 2022 Dünya Su Kalkınma Raporuna göre 2050 yılında suya erişim sıkıntısı çekecek insan sayısı 5,7 milyar olacak (https://www.suvecevre.com/yayin/1069/bm-dunya-su-kalkinma-raporu-2022_30251.html). Ülkemizde özellikle büyük şehirlerde içme suyuna büyük ihtiyaç duyulmaktadır. İstanbul’da, günlük ortalama toplam tüketim yaklaşık 3 milyon metreküptür. 19 litrelik damacana suyun 60 TL’den satıldığı bir büyük kentte yarınlar ne getirir, getirecek net bir proje de yok.
Devam edecektir…
 

Bu yazı 6154 defa okunmuştur .

YORUMLAR

  • 0 Yorum